13 Nisan 2015 Pazartesi

Masal Derleme 4: IŞIK




Çok eski zamanlarda şimdiki gibi dünyanın her yerinde ışık yoktu. O zamanlar ışık sadece bir köyü aydınlatıyordu ve diğer köyler karanlıktı. Aydınlık köyün şefi ışığı sıkı sıkı saklıyor, diğer köylerle paylaşmıyordu. Diğer köylerin şefleri ise ışığı alabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı.

Karanlık köylerin şefleri zamanla ışığı kendi köylerine getirmek için verdikleri mücadelelerden vazgeçtiler. Sadece bir köyün şefi vazgeçmedi ve ışık için çabalamaya devam etti. Her hafta düzenli toplantılar yaparak yeni gönüllüler bulmaya çalışıyor, yeni fikirlere ve gönüllülere türlü türlü ödüller vaat ediyordu.

Günlerden bir gün bu karanlık köyün şefi yine halkı meydandaki ateşin başına topladı, cesaretlendirici ve cezbedici konuşmasını yaptı, halkın fikirlerini aldı ve gönüllü aramaya başladı. Halk artık umudunu yitirmişti. Çünkü şimdiye kadar gidenlerden hiç dönen olmuyordu. Orada neler yaşandığını, neden ışığa ulaşılamadığını öğrenemiyorlardı. Gidenlerin neden geri dönmedikleri veya dönemedikleri bile bilinmiyordu.

Halk kendi arasında konuşmaya, tartışmaya devam ederken tüm toplantıyı meydandaki çınar ağacının dalından izleyen Kuzgun* tek kanat çırpışla meydanın ortasına indi ve başladı konuşmaya… O kadar uzun konuştu, o kadar çok şey anlattı ki; halk dinlemekten yorulduğu için midir, önemsemediği için midir bilinmez, kimse Kuzgun’un anlattıklarını hatırlamıyor maalesef. Ama şefin dikkatini çeken son cümle “Işığı Size Getireceğim” cümlesi Kuzgun’un görevi almasına yetti. Kuzgun eğer görevi başarı ile tamamlayıp ışığı köye getirirse şefin kızı ile evlenme vaadini de aldı.

Heyecan içinde kayaların üzerindeki evine uçtu, tüm olup biteni bir çırpıda büyükannesine anlattı. Büyükannesi her zamanki alaycılığı ve aşağılayıcı tavrı ile;

-          Senin gibi beş para etmez bir kuş mu getirecek ışığı köye… Hıh, kimler gitti de getiremedi. Neyine güveniyorsun. Hem senin gibi pis kokan, tüyleri kirden birbirine yapışmış, kulakları tırmalayan bir sese sahip kuşla kim evlenir ki… Dinle benim sözümü de otur oturduğun yerde…

Kuzgun tüm bunları duymamazlıktan gelerek çıkınını topladı ve çıktı yola… Zifiri karanlığın içinde günlerce gecelerce yol aldı. Ve bir gün zifiri karanlığı delen, ufuk çizgisi görünümündeki aydınlığı fark etti. Kanatlarını daha hızla çırparak kısa sürede ulaştı ışığın olduğu köye…

Köye ulaştığında önce bir ağaç dalına tünedi, gözlerinin ışığa alışmasını bekledi ve başladı etrafı incelemeye. Yemyeşil kocaman ağaçların olduğu, çimlerin üzerinde rengârenk çiçeklerin güzel kokular yaydığı, neşeli ve pembe yanaklı insanların yaşadığı bir köydü burası. Köyün ortasından masmavi ve şırıl şırıl akan bir nehir geçiyordu. Nehrin başlangıç noktasındaki pınardan da köy kadınları testilerini suyla dolduruyorlardı. “Keşke” dedi Kuzgun, “Şefin kızı da burada olsaydı” ve burnuna gelen lavanta kokusuna doğru kafasını çevirdiğinde; incecik belli, saçları başının üstünde topuz yapılmış, alnındaki bantta parlak tüyler takılı olan şefin kızının pınara doğru yaklaştığını gördü. “Keşke” dedi yine Kuzgun, “elindeki testiyi doldurup su içse” ağzından kelimeler dökülür dökülmez şefin kızı testinin içine pınardan su doldurdu. İşte tam da su testiye dolarken Kuzgun vücudunda bir hareket hissetti. Tüylerinin üzerinde beyaz renkte kıvılcımlar çakmaya başladı ve Kuzgun kısa sürede küçücük ve yumuşacık bir tüye dönüştü. Sonra bıraktı kendini hafif hafif esen rüzgârın kollarına ve testinin ağzına yerleşti yavaşça… Şefin kızı tüyü fark etmeden suyla birlikte içti ve mucizevi şekilde hamile kaldı.

Zamanı gelince bir Kuzgun doğurdu şefin kızı. Şef torununu o kadar çok sevdi ki bir dediğini iki etmedi hiç. Ne isterse yaptı, ne isterse verdi. Hatta kendini torununa o kadar kaptırmıştı ki, ışığı almak için diğer köylerden gelebilecek tehlikeleri bile unutmuştu.

Kuzgun şefin kendisine olan zayıf noktasını ışığın yerini bulmak için kullanıyor, sürekli içinde ışığın olabileceğini düşündüğü şeylere sahip olmak istiyordu. Gak, gak, gaaak şu sandığı isterim! Gak, gak, gaaak şu kutuyu isterim! Gak, gak, gaaak şu vazoyu isterim. İstekleri yerine gelmezse ortalığı birbirine katıyor, cırtlak ve kaba sesiyle etrafındakileri bezdiriyordu. Böylece günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovaladı ve Kuzgun bir gün rafların arkasına saklanmış olan kutuları fark etti. Şefin uykuda olduğu bir zaman yine evde kıyametler kopardı ve kutuları istedi. Ama o kutuları şefin haberi olmadan kimse Kuzgun’a veremezdi. Kuzgun iyice çileden çıktı, ortalığı savaş alanına çevirdi ve sesini öyle bir yükseltti ki şef sinirle uykusundan uyanıp,

-         Verin şuna ne istiyorsa da sussun!

Deyip uyumaya devam etti. Şeften izin alındığı için kutuları Kuzgan’a verdiler. Kuzgun; içinde gece, güneş, ay ve yıldızlar olan kutulara şöyle bir baktı ve ilgilenmiyormuş gibi bir kenara fırlattı.

Sonra etrafın tenha olduğu bir gün güneşin olduğu kutuyu bir pençesine, ay ve yıldızların olduğu kutuyu diğer pençesine sıkıştırıp hızla köyüne doğru uçmaya başladı. Uçarken arkasında kalan köyün yavaş yavaş karanlığa gömüldüğünü hissediyordu.

Hiç durmadan hızla uçtu Kuzgun, şefin yetişme ihtimali kalmamıştı. Zaten çok geç fark etmişti ışığın çalındığını.

Kuzgun köylerin üstünden o kadar hızlı geçiyordu ki, köyler hafiften aydınlanır gibi oluyor ve kimse fark etmeden tekrar karanlığa gömülüyorlardı.  Kuzgun kısa sürede ulaştı köyüne, bir gece vaktiydi. Tüm köy halkı ve şef meydanda karşıladılar Kuzgun’u. Hepsi şaşkınlık ve heyecan içindeydiler. “Size Işığı Getirdim” dedi Kuzgun.

Hep birlikte meydandaki ateşin etrafındaki çimlere yatıp, odunların çıtırtısını dinleyip, kokusunu içlerine çekerek yıldızları ve ayı seyrettiler. Sabah olduğunda ise güneşin doğması ile daha önce hiç görmedikleri detayları, renkleri fark edip incelemeye başladılar. O kadar neşelenmişlerdi ki şarkılar söyleyip, dans etmeye başladılar.

Şef Kuzgun’un yanına yaklaşıp:

-         Kızımla evlenmeyi hak ettin. Bunun dışında dile benden ne dilersen.

Dedi.

Kuzgun:

-         Kutuları açarak muhafaza etmeni istiyorum dedi. Işıktan böylece tüm dünya yararlanabilecek…

Şef kutuların ikisini de açtı ve çadırının en güvenilir yerine yerleştirdi. İşte bu hatırlanmaya değer günden beri güneş, ay ve yıldızlar tüm dünyayı aydınlatır…




 Bir Kuzey Amerika Masalından Derleyen
Gizem Ardıç



*Kuzgun Hakkında Ansiklopedik Bilgi: Zekâsı, büyüklüğü ve simsiyah olması ile dikkat çeken bir kuş türüdür. Uçarken kuyrukları kama şeklinde durur. Basit, çalı çırpıyla yaptıkları yuvalarını ağaçların ya da kayalıkların üzerine yaparlar.

Kuzgunların zekâsıyla ilgili anlatılan çok sayıda öykü duyulabilir; çünkü kargagiller içinde en akıllı kuşlar oldukları düşünülmektedir. Bunda, oyunculuklarının ve akrobasi yeteneklerinin yanı sıra, çeşitli sorunlara çözüm üretebilme özelliklerinin de katkısı büyüktür. Sorunlarını çözümlerken doğada bulunan materyallerden de yararlanmaları zekâlarının ne denli gelişmiş olduğunun kanıtıdır. Kuzgunlar aynı zamanda hırsız kuş olarak da bilinirler. Bunun nedeni dişilerini etkilemek için özellikle parlak, beyaz ve mavi renkteki nesneleri yuvalarına taşımalarıdır.

ABD'de Alaska eyaletindeki Hayda ve Tlingit Kızılderilileri ile Yupik ve İnyupik Eskimolarının geleneksel inancı olan Şamanizm’de insanlar kuzgun tarafından yaratılmıştır.


9 Nisan 2015 Perşembe

Gizem Ardıç Exlibris


 
Kök salmışım... Kollarımı kaldırmış havaya, gökyüzünden aldığım güzelliği toprağa aktarıyorum. Dallarımda kırlangıçlar konaklıyor. Bazen ansızın esen rüzgârla dağılıyor, sonra duruluyorum...

Yaz sıcağında gölgemde kitap okuyanları, piknik yapanları, masal anlatanları, çalınan çalgıları, söylenen şarkıları, uyuyanları izliyor, neşeleniyorum…

Yaprak döküyorum zaman zaman, içime dönüyorum… Baharda tekrar çiçekleniyor renkleniyorum, gelen kırlangıçları ağırlıyorum. Her gelişlerinde çocukluğumda okuduğum “Parmak Çocuk” masalındaki kırlangıç gelir mi diye meraklanıyor, heyecanlanıyorum…

Belki bilmezsiniz ama gövdemin içinde gizli bir bahçem var benim, herkese açmadığım, içinde kendimce bir ahengi olan… Hani “Elma Ağacı’nın Gizli Kalbi Masalı”ndaki gibi… Orayı sadece benim izin verdiklerim görebilir. Ahengi bozmayacağına güvendiklerim. Şimdiye kadar bozan olmadı mı, oldu tabii ki… Hatta bozmasına izin verdiklerim bile oldu. Sonra ne mi oldu? Çıkıp gittiler bahçemden, hoşça kal bile demeden… Ben zamanla açtım yine kollarımı güneşe, güçlendirdim köklerimi.

İşte hayat böyle bir şey galiba; zaman zaman çiçekli, neşeli… Zaman zaman kuru, kupkuru…

İşte benim “EXLIBRIS*"imin hikâyesi bu…

Yemyeşil dallarıma değen rüzgâr, sevgilerimi ulaştırsın size…


 

* Exlibris bir nevi kitabın kartvizitidir. Kitap kapağının iç kısmına yapıştırılır. Kitap sahibinin adının ve yine kitap sahibine ait özelliklerin resim ve şekillerle anlatıldığı küçük yapıtlardır.

 

19 Mart 2015 Perşembe

Bilmiyorlar ki onları hafızamda ölümsüzleştirmeye çalışıyorum.





Zaman Mart 2015, yer Balıklı Rum’un bahçesindeki kantin… Hava güneşli ama kar soğuğu var.

Kantinin önündeki masalarda çay içiyorum. İki yan masamda yaşlı bir çift oturuyor. Masalarındaki pilli radyodan haberleri takip edip, müzik dinliyorlar çaylarını yudumlarken. Belki bir hastalarını bekliyorlar, belki de ihtiyar hanenin sakinlerindenler… Gelen geçenle selamlaşıyor, sigaralarını tüttürürken kim bilir hangi yaşanmışlıklarını ya da yaşanmamışlıklarını düşünüyorlar… Çalan müzikler görünüşleriyle tezat bir şekilde latin, pop türünde… Gençliklerini düşünmeden edemiyorum…

Yan masalarında başka bir yaşlı amca türk kahvesini yudumlarken telefonunu kurcalıyor. Benim masamda, yaşlı çiftin ısrarla masalarına çağırmalarına rağmen gelip benim masama oturan çok kibar başka bir amca neskafesini bekliyor.

Benim şu anda telefonuma aldığım bu notları muhtemelen mesaj zannediyorlar. Bilmiyorlar ki; onları hafızamda ölümsüzleştirmeye çalışıyorum.

Gizem Ardıç

18 Şubat 2015 Çarşamba

SEVGİ...


Sevgisizlik doğurur öfkeyi, kini, kendini ve haddini bilmezliği... Doğasında var aslında sevgi insanın da hangi ara kaybettik acaba??? Yükselen egolarla mücadele ederken mi? Herkesin birbirini rakip görmeye başlamasıyla mı? Başarıyı ve mutluluğu sadece "elde etmekte" sanmakla mı? Ne ara bencilleştik, unutkan insanlar halini aldık??? Unutmak bazen ilgisizliktendir... Ne ara ilgisizleştik??? Büyürken mi?


3 Şubat 2015 Salı

Masal Derleme 3: NEHİR KIZI KAMİYO



Bir varmış, bir yokmuş…
Çok yüksek bir dağın geniş eteğinde; yan yana, küçük küçük, birbirine komşu köyler varmış. Bu küçük köylerden birinde genç bir marangoz yaşarmış. Bu marangoz köyün meydanındaki atölyesinde; çocuklar için oyuncaklar, büyükler için masalar, sandalyeler, sandıklar yapar ve satarmış. Köyde çok sevilen, etrafı insan dolu bir adammış. Ama akşam olup da köyün biraz dışındaki evine döndüğünde kendini çok yalnız hissedermiş. Bahçesindeki çiçekleri sular, sonra verandasında oturup güneşin batışını izler ve evine girermiş.

Günlerden bir gün; atölyesini kapatıp evine doğru giderken, evine giden patikaya değil, diğerine sapmış ve nehre kadar inmiş. Nehrin kenarında bir taşın üzerine oturmuş, şırıl şırıl akan nehrin içindeki balıkları izlemeye başlamış. Ne kadar zaman geçti, öyle dalmış ne kadardır balıkları izliyor farkında değilken birden duyduğu bir kuş sesi ile kafasını kaldırmış ve nehrin diğer kıyısında duran güzellik karşısında şaşkına dönmüş. Karşısında duran ağaç; ellerini havaya kaldırmış, gökyüzünden aldığı güzelliği köklerinden toprağa aktarır gibi duran, duru yüzlü, ince belli, son derece gizemli bir kadına benziyormuş. Bu büyüleyici güzellik karşısında kendine hâkim olamamış, bir koşu evine gidip malzemelerini almış ve ağacın yanına dönmüş.

Önce ağacı dikkatlice köklerinden ayırmış. Hafif rötuşlarla bedenini ve yüzünü belirginleştirmiş ve belinden hafifçe sarılarak; önce gözlerine, sonra burnuna üfleyerek kadınına can vermiş. Ve demiş ki ona: “Senin adın Kamiyo, Nehir Kızı Kamiyo… “

Marangoz tutmuş kadınının elinden, götürmüş evine. Kamiyo’ya güzel giysiler, takılar, bir mutfak önlüğü ve bir yüzük vermiş. Kamiyo artık evinin kadınıymış…

Bundan sonraki günlerde marangoz gündüz köyde atölyesinde köy halkı ile beraber vakit geçiyor ve akşam evine Kamiyo’nun yanına dönüyormuş. Kamiyo ise her gün evi temizleyip, yemek yapıp, çamaşır yıkayıp, evin düzenini kurarak geçiriyormuş günlerini. Genç marangoz evinde düzeni sağlayan güzel bir kadının olmasından çok memnunmuş.

Kamiyo da kendine can veren genç marangozu çok seviyormuş ama evden çıkmamaktan, sadece evin düzeni ile ilgilenmekten de çok bunalmış. Yine böyle yorgun ve keyifsiz olduğu bir gün; evin önündeki patikadan geçen komşu köyün genç kızlarını ve erkeklerini görmüş. Neşe içinde şakalaşarak köylerine doğru gidiyorlarmış.  Onları gören Kamiyo bir ağaçken etrafında gördüğü farklı yaşamları hatırlamış; piknik yapan, kitap okuyan, oyun oynayan, balık tutan, masal anlatan insanları… Canlı olmak, insan olmak sadece bu evde yaşamaktan ibaret değil diye düşünerek, komşu köyün gençlerine katılıp, komşu köye gitmiş.

Akşam olup da, marangoz evine döndüğünde; temiz, toplu ama karanlık ve boş evle karşılaşınca içi burkulmuş. Aslında eve neşe ile gelmesinin sebebi olan Kamiyo’ya haksızlık ettiğini anlamış. 
Verandaya oturmuş ve güvercinlerini yanına çağırmış. Onlardan komşu köye gidip Kamiyo’nun mutlu olup olmadığına bakmalarını istemiş. Güvercinler hemen komşu köye uçmuşlar, birkaç gün Kamiyo’yu izlemişler ve marangozun yanına geri dönmüşler. Kamiyo orada da mutlu değilmiş. Her gün nehir kıyısına inip, köklerinin olduğu yerde oturup, ağlıyormuş.

Marangoz anlamış Kamiyo’nun mutsuzluğunun nedeninin… Kamiyo özüne dönmek istemekteymiş. Yine gökyüzünden aldığı enerjiyi, güzelliği köklerinden toprağa aktarırken yeşeren yapraklarını, dallarında cıvıldayan kuşları ve kovuklarında saklanan sincapları özlemekteymiş.
Marangoz güvercinlerini tekrar çağırmış yanına ve onlardan Kamiyo’ya verdiği önlüğünü getirmelerini istemiş.

Güvercinler hemen gitmişler Kamiyonun yanına, konmuşlar iki omuzuna:

KAMİYO, KAMİYO,
BİZİ KOCAN GÖNDERDİ
KAMİYO, KAMİYO,
KOCAN BURAYA GELMEMİZİ SÖYLEDİ
KAMİYO, KAMİYO,
ONA ÖNLÜĞÜNÜ GÖTÜRMELİYİZ, ÖNLÜĞÜNÜ.

Kamiyo güvercinlerle göndermiş önlüğünü…

Marangoz daha sonra güvercinleri aracılığı ile yüzüğünü istemiş Kamiyo’nun.

Güvercinler gitmişler Kamiyo’nun yanına, konmuşlar iki omuzuna:

KAMİYO, KAMİYO,
BİZİ KOCAN GÖNDERDİ
KAMİYO, KAMİYO,
KOCAN BURAYA GELMEMİZİ SÖYLEDİ
KAMİYO, KAMİYO,
ONA YÜZÜĞÜNÜ GÖTÜRMELİYİZ, YÜZÜĞÜNÜ.

Kamiyo göndermiş yüzüğünü…

Güvercinler Kamiyo’nun sahip olduğu her şeyi alana dek her gün gitmişler Kamiyo’nun yanına. Her gün sahip olduğu bir şeyi getirmişler genç marangoza. Marangoz en son olarak güvercinlerinden Kamiyo’nun hayatını almalarını istemiş… ve bunu nehrin kıyısında, köklerine yakın bir yerde yapmaları gerektiğini tembihlemiş.

Güvercinler gitmişler Kamiyo’nun yanına, konmuşlar iki omuzuna:

KAMİYO, KAMİYO,
BİZİ KOCAN GÖNDERDİ
KAMİYO, KAMİYO,
KOCAN BURAYA GELMEMİZİ SÖYLEDİ
KAMİYO, KAMİYO,
ONA HAYATINI GÖTÜRMELİYİZ, HAYATINI…

Güvercinler şarkılarını söylerken, bir yandan da Kamiyo’nun gözlerini gagalamaya başlamışlar… Kamiyo’nun bedeni birden bire taşa dönüşmüş. Önce ayakları çökmüş, sonra bacakları… Sonra bedeni ve sonra başı… Kamiyo nehre doğru yuvarlanmaya başlamış ve suya değdiği anda tekrar ağaca dönüşmüş… Kolları gökyüzüne uzanan, yine yüzünde duru gülümsemesi ile ...

Genç marangoz ise; her gün atölyesini kapattıktan sonra nehre, Kamiyo’nun yanına gelir, onunla sohbet eder, dertleşir öyle evine gidermiş. Onun artık mutlu ve kendisi olduğunu bilmek huzur verirmiş marangoza…      

Bir Afrika Masalından Derleyen
Gizem Ardıç
  

1 Şubat 2015 Pazar

Masal Derleme 2: AĞACIN GİZLİ KALBİ

 
 
 
 
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde…
Aslında çok eski zamanlarda değil ama çok uzak diyarlarda, gizemler ülkesinde bir meyve bahçesi varmış. Bu meyve bahçesi öyle bildiğiniz; etrafı çitlerle çevrili, içinde 3-5 tane meyve ağacının bulunduğu bahçelerden değilmiş. Meyve ağaçlarından oluşan kocaman bir orman düşünün; içinde binlerce meyve ağacı, her çeşit hayvan yaşayan. İşte öyle bir meyve bahçesiymiş burası.

Bu bahçeye heybetli iki ceviz ağacının arasından geçerek girip, günlerce gecelerce yürüdükten sonra bahçenin tam ortasına ulaştığınızda, kalın gövdesine bakarak yaşını tahmin edebileceğiniz, yeşilli yapraklı, kırmızılı elmalı, kahverengi gövdeli kocaman bir elma ağacı ile karşılaşırmışsınız. Bu ağacın dallarında kuşlar cıvıldaşır, kovuklarında sincaplar saklanır, gölgesinde ise; hoplayıp zıplayıp, koşup oynayıp yorulan orman hayvanları dinlenirlermiş.

Günlerden bir gün, pembe kuyruklu, pembe burunlu, bembeyaz tüylü, masmavi gözlü Pofuduk Tavşan Elma Ağacı’na usulca yanaşıp:

- Merhaba elma ağacı, oynarken çok yoruldum da, azıcık gölgende dinlenebilir miyim?

diye sormuş.

Elma Ağacı gülümseyerek:

- Tabi ki dinlenebilirsin.

diyerek cevaplamış Pofuduk Tavşan’ı.

Pofuduk Tavşan uzanmış Elma Ağacı’nın gölgesine, dinlenmiş dilediğince… Bir süre sonra susadığını ve acıktığını fark edip, utana sıkıla sormuş Elma Ağacı’na:

- Eeeeee…. Şeyyyy… Elma Ağacı... Ben biraz acıktım da, biraz da susadım… Acaba elmalarından bir tanesini yemem mümkün mü?

Elma Ağacı Pofuduk Tavşan’ın bu düşünceli ve kibar tavrından çok etkilenerek, en güzel elmalarının olduğu dalları ona doğru uzatmış. Pofuduk Tavşan elmalardan birini alırken, elma Ağacı Tavşan’a:

- Pofuduk Tavşan, sen ne kadar kibar ve düşüncelisin. Ben seni çok sevdim ve sana güvenebileceğimi biliyorum. Sana gizli kalbimi, büyülü bahçemi göstermek istiyorum. Görmek ister misin?

Tavşan duyduğu heyecanı saklayamayarak, hemen kabul etmiş Elma Ağacı’nın teklifini. Pofuduk Tavşan’ın kabul etmesiyle Elma Ağacı’nın kalın gövdesinde kalp şeklinde kocaman bir oyuk açılmış. Pofuduk Tavşan bir zıplayışla büyülü bahçenin içine girmiş.

Bahçenin içine girer girmez önce gözleri kamaşmış Pofuduk Tavşan’ın. Burası sarı sıcak güneşin ısıttığı, yemyeşil çimlerin mutluluk verdiği, rengârenk çiçek ve kelebeklerle dolu bir bahçeymiş. Bahçeyi dolaşmaya başladığında çok değerli eşyaların bahçeyi süslediğini fark etmiş Pofuduk Tavşan. Bu eşyalar o kadar ahenkli yerleştirilmiş ki bahçeye, dengeyi bozmamak için bunlara dokunmamaya özellikle dikkat ediyormuş Pofuduk Tavşan. Uzun bir süre uzaktan gelen müzik sesine de kendini kaptırarak dolaştıktan sonra eve geç kaldığını fark etmiş ve aceleyle dışarı çıkmış büyülü bahçeden.

Elma ağacına teşekkür etmiş ve eve daha fazla geç kalmamak için acele acele yürürken önce bir çıtırtı duymuş… Adımlarını hızlandırmış. Sonra ağaçların arasında bir gölge görmüş. Daha hızlı yürümeye başlamış… Yüreği ağzına gelmiş Pofuduk Tavşan’ın…  Çünkü duyduğu ses ve gördüğü görüntü Sırıtık Sırtlan’a aitmiş. Gölgesinden bile tanırmış, o kocaman sivri, sevimsiz dişleri… Bunları düşündükçe hızlanıyormuş Pofuduk Tavşan ama birden… Ayyy!!! Sırtlan küt diye önüne çıkıvermiş. Sırıtan suratını Pofuduk Tavşan’a iyice yaklaştırıp:

- Elma Ağacı’nın gizli kalbinden, büyülü bahçesinden çıktığını gördüm… Hadi çabuk anlat bana, neler gördün içerde!
Diye gürlemiş. Pofuduk Tavşan tirtir titreyerek, Elma Ağacı’na verdiği sözü de unutarak, bir çırpıda anlatmış gördüklerini.  

- Pekiiiii! demiş Sırıtık Sırtlan… Nasıl ikna edebilirim Elma Ağacı’nı içeri girebilmek için?
- İşte orasını anlatamam demiş Pofuduk Tavşan ve hızla uzaklaşmış Sırıtık Sırtlan’ın yanından.

Sırıtık Sırtlan düşünmüş, taşınmış… Sağa gitmiş olmamış, sola gitmiş olmamış… Sonra demiş ki kendi kendine:

- Pofuduk Tavşan çok kibar olduğuna göre, ben de öyle olmalıyım. Tatlı dille her şey çözülür derler.

Atlamış gitmiş Elma Ağacı’nın yanına. Selam vermiş, boğazını temizlemiş… Başlamış konuşmaya:

- İyi akşamlar Elma Ağacı.

Elma Ağacı hafifçe dallarını hışırdatarak selamlamış Sırıtık Sırtlanı.

- Bu gece ay ve yıldızlar ne kadar parlak… Gerçi sizin büyüleyici güzelliğiniz karşısında… Ehem ehem neyse… Eminim kalbiniz de dış görünüşünüz kadar güzel, ay ve yıldızlardan daha da parlaktır.
Görebilir miyim acaba?   Hani, büyülü bahçenizi…

Elma Ağacı hışımla sallamış yapraklarını. Sırıtık Sırtlan bir iki adım geri gitmiş ama pes etmemiş… Küçük bir oyuncu çocuk gibi gülümsemiş gülen gözlerle, sevimlilikler yapmış ve almış gönlünü elma Ağacı’nın…

Elma Ağacı’nın gövdesinde yine kalp şeklindeki kovuk açılmış ve Sırıtık Sırtlan girivermiş içeri. Bu sefer bahçe alacakaranlıkmış. Çimlerin üstünde,  çiçeklerin etrafında kelebekler yerine ateş böcekleri uçuşuyormuş. Ay ve yıldızlar dünyada görünenlerden daha parlaklarmış. Ve büyülü bahçedeki değerli eşyaları öyle süslü ve cazibeli gösteriyormuş ki, bizim Sırıtık Sırtlan hiç düşünmeden bu eşyaları ellemeye, bakıp başka yere koymaya ve ceplerine doldurmaya başlamış.

- Hımmm! Bir nota… Bence “sus” işaretinden önce olmalı…
- Aaaa! Bu boyaların renkleri pek güzel… Hooop cebe.
- Kitaplar pek düzenli dizilmiş, hiç sevmem!
- Şu çiçek bahçesinden biraz açelya alayım yanıma, bizim ormanda hiç yok…

Sırıtık Sırtlan bu değerli eşyalara her elini sürüşünde gücü biraz daha azalıyormuş. Ama kendini o kadar kaptırmış ki Elma Ağacı’nın değerli eşyalarına, önemsememiş…

- İşte! Bir köstekli saat, Monet’nin Nilüferleri, altın bir elma…

Derken derken Sırıtık Sırtlan’ın gücü iyice tükenmiş ve olduğu yere yığılı vermiş. Yavaş yavaş pis kokulu, bulanık görüntülü bir su birikintisine dönüşmüş.

Bu arada Elma Ağacı’nın da tüm elmaları, yaprakları kurumuş, dökülmüş… Dalları cansız kalmış.

Elma Ağacı’nın bu halini gören kuşlar, sincaplar ve Pofuduk Tavşan üzüntülerinden kahrolmuşlar. Onun yanından hiç ayrılmamışlar; onunla konuşmuşlar, ona sarılmışlar, hatta kuşlar şarkılar bestelemiş, sincaplar masallar yazmış… Kuşlar şarkılarını söylemişler Elma Ağaç’ı için, sincaplar masallarını anlatmış…

Aradan şöyle birkaç ay geçtikten sonra, Elma Ağacı canlanmaya başlamış. İçindeki o pis kokulu, bulanık suyu köklerinden dışarı atmış ve yine yemyeşil yapraklı, kıpkırmızı elmalı, dalları canlı, gölgesi kocaman bir ağaç haline gelmiş. Meyve bahçesinin tüm hayvanları mutluluktan havalara uçmuşlar, şenlikler düzenlemişler ve Elma Ağacı’nın iyileşmesini kutlamışlar.

İşte bu dinlediğiniz masal; Elma Ağacı hastayken Sevimli Sincap’ın anlattığı masallardan biri. Bana da o anlattı zaten...

Ve masalımızın sonunda gökten üç elma düşmüş; biri benim, biri sizlerin, biri de masal kahramanımızın başına…

Bir Afrika Masalından Derleyen
Gizem Ardıç

Masal Derleme 1: TENCERECİK

 
 
 
 
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben annenim beşiğini tıngır mıngır sallar iken, yemyeşil dağların eteklerindeki köyde bir anne ile kızı yaşarlarmış. Annenin eğirdiği yünleri pazarda satarak geçinirlermiş. Yünleri pazarda satma işi kıza aitmiş ama yaşlı anne fazla yün eğiremediğinden zar zor geçinirlermiş.

Yıldızların ışıl ışıl, ayın yusyuvarlak olduğu bir gecede, uzun süredir eğirdiği yün yumaklarını masanın üzerine dizmiş anne:

“Yarınki pazarda satılacak kadar oldu yumaklar, sabah erkenden gidersin pazara.”

Ertesi sabah güneşli, ışıl ışıl bir güne uyanmış İpek kız. Açık pencereden giren ıhlamur kokusunu içine çekerek, sepetine özenle yerleştirmeye başlamış yün yumaklarını:

“Biz köylerden gelen şen çalgıcılarız, hey
 Biz köylerden gelen şen çalgıcılarız.
 Davul, keman, flüt çalarız, hey
 Davul, keman, flüt çalarız.”

Sonra koyulmuş yola İpek kız. Ağaçların gölgelendirdiği yoldan geçerek gelmiş pazara. Sarı beyaz tentelerin altındaki tezgâhlarların arasından dolaşarak varmış yün satıcısına. Öyle güzel eğirilmiş ki yünler, hemen satıvermiş İpek kız top top yumaklarını. Almış parasınııı, başlamış pazarda dolaşmaya. Tam yemeklik malzeme alıp evin yolunu tutacakken, kırmızı bir tencere görmüş tezgâhın kenarında… Tencerenin şekli öyle ilginçmiş ki, gülümsüyormuş sanki.

Tencerenin gülen yüzlü çekiciliğine karşı koyamayan İpek kız tüm parasıyla almış tencereyi.
“Annem bayılacak bu tencereye” diye düşünerek, mutlu mutlu tutmuş evin yolunu… Varmış eveee, çalmış kapıyı: tak tak tak… Anne açınca kapıyı, uzatmış tencereyi; baaak bak!
Anne inanamamış gördüğüne, basmış yaygarayı:

“Evde yiyecek ekmek yok, senin elinde ise boş bir tencere… Eve ekmek bile getirmeyi beceremiyorsun, yakında damat diye de bir odun getirisin herhalde”

Diyerek fırlatmış tencereyi dışarı.

O gece kızla annesi aç, tencerecik şaşkın uyumuşlar.

Tencerecik kapının önünde, pırıldayan ayın ışıltısı altında uyuklarken bir ayak sesi ile irkilmiş.… Aydınlık, yasemin kokan bu gecede doğmaya karar veren bir bebeğin dünyaya merhaba demesine yardım etmekten dönen ebe tencereye doğru yaklaşıyormuş. Tencerecik’i almış, eve götürmüş, yıkamış, temizlemiş ve içinde güzel mi güzel dolmalar pişirmiş. Ebe, ocağın altını kapatır kapatmaz derin bir uykuya dalmış.

Ebenin uyuduğunu gören tencerecik ocaktan yere atlamış, kapıdan çıkmış, tıkır tıkır bir o yana bir bu yana sallanaraktan gelmiş İpek kızın kapısına. Kapıyı çalmış:

“Tak tak tak, tak”

İpek kız uykulu gözlerle:

"Kim o?"

"Tencerecik."
"İçinde ne var?"

"Dolmacık."

İpek kız kapıyı açmış, dolmaları tencerenin içinden almış ve tencereyi tekrar dışarı atmış. Sonra anne kız dolmaları afiyetle yemişler.

Ertesi sabah Padişahın karısı Sultan Hanım hamama giderken bakmış sokakta güzel bir tencere.

"Şu tencereyi alsana." demiş dadısına.

Dadı tencereyi almış. Hamama varmışlar. Hamamda Sultan Hanım soyunup elmaslarını, incilerini tencerenin içine koymuş ve dadısına teslim edip hamama girmiş. Dadı tencere kucağında uyuklamaya başlayınca Tencere’cik hemen kollarının arasından sıyrılıp, tıkır tıkır doğru kızın evine gitmiş, kapıyı tıklatmış:

"Kim o?"

"Tencerecik."

"İçinde ne var?"

"Cici bici incicik."

İpek Kız incileri, elmasları, altınları almış, giyinmiş, süslenmiş, tencereyi yine sokağa atmış.

Ertesi gün de şehzade hamama gidiyormuş. Tencereyi sokakta görmüş:

"Lala şu tencereyi alsana. Ne güzel tencere." demiş.

Lala tencereyi almış, hamama varmışlar. Şehzade hamamda yıkanmış, temizlenmiş, tıraşı da biter bitmez Tencere’cik Şehzadeyi "Hop!" içine alıvermiş... Hemen İpek Kızın evine götürmüş. Kapıyı çalmış:

“tak tak tak, tak

"Kim o?"

"Tencerecik."

"İçinde ne var?"

"Kocacık."

İşte tam o sırada tencerenin kapağı aralanmış ve güneş gibi parlayan iki tane bal badem göz görünmüş.

Bu güneş gibi parlayan bal badem gözler de gördüğü güzellik karşısında büyülenmiş ve Şahzade tencerenin içinden çıkıp İpek Kıza evlenme teklif etmiş. Bal badem gözlerine aşık olduğu Şehzadeyi geri çevirmemiş tabii ki İpek Kız. Evlenmişler ve çoook mutlu yaşamışlar.

Tencerecik’e ne mi olmuş, evlerinin en değerli varlığı olmuş. Yeri gelmiş içinde en lezzetli yemekler pirşirilip yenmiş, yeri gelmiş bebeklerine en rahat beşik olmuş. Ama en önemlisi; hep evin en güzel köşesinden onlara gülümseyerek aşklarını hatırlatmış…

Bir Anadolu Masalından Derleyen
Gizem Ardıç

6 Ocak 2015 Salı

MİNİK FARE FİTİ

Minik fare Fiti uykusu kaçınca bir gece,
Geçmiş pencerenin önüne.
Bakmış bahçede kar,
Gökyüzünde yıldızlar,
Bahçe ile gökyüzünün birleştiği yerde
Kocaman bir dolunay…

Açmış pencereleri
Almış mis gibi havayı içeri…

“Oh” demiş Fiti
“Hava ne kadar da ılık”
“Evet” demiş Ay,
Sayemde de pek aydınlık”
Fiti demiş
“Neler oluyor? Ay mı konuşuyor?”
“Evet” demiş Ay, “İnanırsan bu dünyada her şey oluyor.”

Yükseklerdeki bir yıldız kaymış gelmiş Ay’ın yanına
“Seni mutsuz gördüm” demiş, “Hadi anlat bana”
Fiti demiş
“Nasıl yani, sen nerden bilebilirsin ki bunu?”
Yıldız demiş
“Ben görürüm her türlü duyguyu”
“Offf” demiş Fiti
“Nasıl anlatsam bunu?
Parlak Yıldız, mutsuz olmak doğru mu?”

”Tüm duygular gerçek ve olması gerek.
Mutsuz olduğunu fark etmen bile
Yolu yarıladın demek…

Mutsuzluk geçicidir
En büyük ilacı sevgidir.
Yüreğin düştüğü zaman dara
Sevenlerini ve sevdiklerini hatırla.

Gizem Ardç

AY VE YILDIZ